Davut ÖZGÜL
Davut ÖZGÜL
Yazar ( Vefat)
Anadolu Platformu Yüksek İstişare Kurulu Üyesi Davut Özgül 5 Ocak 2013’te aramızdan ayrıldı.
Hatırlanacağı üzere Davut Özgül Hoca, yaklaşık iki yıla yakın akciğer kanseri tedavisi görmüş ve bu tedavisi İstanbul Süreyyapaşa Hastanesi’nde devam ederken 5 Ocak 2013 yılında sabaha karşı vefat etmişti.
Özgül, vefatından bir süre önce hatıralarını bir kitapta toplamış ve “Bir İnsan Biriktirdim” adıyla Okur Kitaplığı’ndan yayınlanmıştı.
Dostlarının gözüyle Davut Özgül:
Ümit Aktaş-Yazar
Davut Özgül’le tanışıklığım oldukça yeni. Özgün Duruş Gazetesi vesilesi ile olan bir tanışıklık. Gazetenin en önemli açıklarından biri, belki de günümüz açısından da en önemli sorunlardan biri olan, günümüze dair fıkhımız ve gündelik hayattaki davranışlarımızla ilgili sorunlar üzerinde duran yazıların eksikliğiydi. Bu tür bir konuda yazabilmek ise çok yönlü bir bakışı, gelenek kadar günümüzün de bilinmesini; çok yönlü okumalar kadar yorum gücüne de sahip olmayı gerektiren bir meziyetti.
Davut Hocam, gazetede günümüz fıkhıyla ilgili bazı konuları dile getirdi ve bu yönlü sorunları aydınlatmak için oldukça ilginç yazılar yazdı. Yenilikçi, araştıran ve okuyan biriydi; belli klişelere hapsolmuş biri değildi. Sıra dışı bir kişiliği vardı. Resim, müzik, sahaflık, felsefe, edebiyat, kelam gibi konularla ilgilenmenin yanında; oldukça geniş bir çevreye ve ilişkilere de sahipti. Günümüz dünyasında, eksikliği ziyadesiyle hissedilen bir “imam” profili çizmekteydi. Beri yandan yazmakta, cemaatsel çalışmalarda da yer almaktaydı. Kendisini bu vesile ile bir kere daha rahmetle ve sevgiyle anıyorum.
Kâmil Büyüker-Yazar
“Kelimelerin acz tuttuğu” bir dostun, ağabeyin ufûlünün sene-i devriyesini yaşıyoruz. Kendisine rahmet dilerken dahi, her şey daha dün gibi ve bir film şeridi gibi gözlerimin önünden akıp geçiyor.
Davut Hocamızla kavi dostluk bağımız, 2006 yılına dayanıyor. Onun evvelinde de tanışıklığımız olmuştu; ama 2006-2007 yılları arasında yayın faaliyetine girişen İstanbul Müftülüğü, bizi bir çatı altında ve bir masa etrafında bir araya getirmişti. İstanbul’a -bana göre- geç intisap eden birisi olarak, kat etmem gereken mesafenin çok olduğunun farkındaydım. Girdiğim pek çok kültür-sanat muhiti bana çok şey kazandırmıştı. Ancak 2007 yılından vefatına kadar Davut Özgül Hoca’mdan, ağabeyimden o masa etrafında ve bulunduğumuz sayısız mahfilde çok şey öğrendim. Belki de, pek çok meselede aynı hissiyatı paylaşıyor idik, meraklarımız, ilgilerimiz de aynı idi. Ama ben, Davut Hoca’mı hep gıpta ile izledim. Hüsn-ü zannımı bazen aşikâr ettim; ama hep içimde saklı tuttum.
Müftülüğümüzün çıkardığı Din ve Hayat Dergisi, Davut Hocam için de çok farklı bir tecrübe olmuştu. Birbirimizden çok şeyler öğrenirken, aslında farklılıklarımızın ve meziyetlerimizin de farkına varmış oluyorduk. Davut Hocam, mutat düzenlediğimiz her toplantıda baş aktördü; görüşleri ve düşünceleriyle belirleyici bir etkiye sahipti. Ondaki meziyetler, bazen dergide yazıya döküldü, bazen entelektüel çevresini çalışmalarımız için açan anahtara dönüştü; ama en nihayetinde ondan çok şey öğrendik.
Onun mihrap hizmeti tarafı, zannedersem İstanbul’da çok belirginleşmedi. İstanbul’dan evvelki zaman dilimlerinde yaptığı mihrap hizmetinde, gerçekten bir mücadele ve aksiyon adamı portresi görüyoruz. İstanbul’da ise görev yaptığı Çengelköy ve Çınaraltı’nı entelektüellerin durağı ve soluklanma mekânı haline getirmişti. Eminim, onun o camide görev yapması da, Çınaraltı’nın bir çekim noktası haline gelmesinde büyük bir etkiye sahipti. Sayısız isimle yaptığı iki namaz arası diyaloglarını, bizlere büyük bir keyifle anlatırdı.
Elinden sayısız evrak geçmişti. Kimine göre, servetine servet katacak derecede külliyetli evraklar ve eserlerdi bunlar; ama Davut Hocam bunların hiçbirine tenezzül etmedi. Sahaf ahlakını diri tutan bir anlayışla, evrakların adresini bulması için gayret sarf ederdi ki; ben aynel yakîn şahidim. Kazandığını da yine eğitime, kültüre, dernek ve vakıf çalışmalarına dönüştürecek kadar da davasının, kavgasının adamıydı.
Dert adamı, sohbet adamı, kültür adamı idi. Bütün bu özellikleri, yetişip büyüdüğü Urfa, Antep havalisinden harmanlamıştı kim bilir… Sinesinde, ne çok dert biriktirdiğini en yakın dostları olarak biz hiç duymadık, bilemedik. Hatıratı yayınlayıp, okuyunca; meğer ne çileli günlerden gelmiş ve geçmişsin be hocam demeden edemedim… Gönlünü, kapısını, sofrasını ardına kadar açan bu güzel insandan geriye sözü, sohbeti, dostluğu baki kaldı. Gün olur, tekrar mülâki oluruz bezm-i ezelde… Evvel giden ahbâba selâm olsun erenler… Rahmet, rahmet, rahmet…
Yıldız Ramazanoğlu-Yazar
Davut Hocayla çeşitli vesilelerle bir iki kez tanışmıştım; ama tanımak daha sonra ressam Hülya Yazıcı’nın küratörlüğünü yaptığı I. İstanbul Trienali’nde oldu. Hz. Fatıma’nın tarağı ve hikâyesiyle sergide yerini almıştı. Sonraki ziyaretlerimizde, evindeki güzide tabloları görünce farklı bir imamla karşı karşıya olduğumuzu anladık. Dünyaya, insanlara anlatmaktan çok anlama, dinleme zaviyesinden baktığı için cemaati de tutkuyla bağlanıyordu. Çengelköy’deki Hamdullah Paşa Camii’ne gidenler, bir sahaf imamla karşılaşırdı. Hiçbir çocukluk fotoğrafı olmamasına hayıflanmıştı bir keresinde; ama anlattıklarından çıkardığımız güzel bir fotoğrafı var zihnimizde. Kendini aşmak, daha güzel faziletli bir yere taşımak için sade, anlamlı bir çabası vardı. Çınaraltı’na gidemedim vefatından beri açıkçası.
Necip Cengil-Yazar
Ne diyeyim bilmem ki, aslında çok fazla geçmişim olmadı. İstanbul’da yaşayanlar kadar, satır aralarına nüfuz edecek kadar vakti birlikte kuşanmadık. Gülen çehresiyle, samimi duruşuyla, entelektüel birikimiyle, güzel teslimiyeti ve araştırmacı kişiliğiyle sevdim kendisini. Davut kardeşim, şu yeryüzü bahçesinin, hayata değer katan bir gülü olarak iz bıraktı bende.
Onunla en son konuşmam, 5 Haziran 2012 tarihinde facebook sayfamda paylaştığım bir şiirime yaptığı yoruma verdiğim, “Teşekkür ederim üstadım…” cevabımla oldu. Evet, teşekkür ediyorum, kuşatıcı bir din dili üzerinden, çevresiyle kurduğu iletişimden dolayı… Teşekkür ediyorum, şiire, edebiyata önem veren bir “imam” duruşundan dolayı… Bir gönül insanı olmayı başarmasından dolayı…
Merhamet okulunu bu dünyada çok az insan okur, okumayı sürdürür. Davut kardeşimi o okulun müdavimlerinden olarak tanıdım. Vefa duygusuna verdiği önemden tanıdım.
Sonra bir gün… Her insanı bekleyen “güz mevsimi” kondu pervazlarına, henüz genç bir çınar iken, geride kendisini gerçekten seven, değer veren dostlar bırakarak ayrıldı, faniliğin kıyamete kadar imza atacağı şu dünyadan… Rahmet duaları eşliğinde ve bir cennet yürüyüşünün kendisini götüreceği adrese…
Ben böyle inanıyorum, bir Müslüman onun gibi, Hakk çizgisinde müstakim ama çok yönlü bir kişilik oluşturmalı; kuşatıcı bir din dili geliştirmeli, dostluklara, vefaya önem vermeli…
O bir dosttu…
Erdal Bayraktar-Yazar
Davut Özgül, sorunuzda bahsettiğiniz sıfatları kişiliğinde mezceden, “adam gibi adam”dır. Onu, ilk gördüğünüzde, o sorduğunuz hiç bir özelliği fark edemezsiniz. Şahsınıza hitap ederken kullandığı “Fatih’im, Erdal’ım, canım kardeşim” ifadelerinde saklıdır her şey. O nezih, kibar hitabıyla sımsıcak sarmalar sizi. Diğer meziyetlerini, özelliklerini sabrederseniz zamanla sunacaktır size.
Selvigül Kandoğmuş Şahin-Yazar
Davut Özgül ismini dergilerden biliyordum. Tanışmak nasip olmadı. Ama gıyaben tanıdığım değerli Davut Ağabeyi, hep yakın bir dost gibi okudum. Her ölüm erkendir; ama her ölüm Rahman’a yolculuk ve ebediyet duraklarına doğru kulaç açmaktır. Genç denebilecek bir yaşta Davut Ağabey’i ebediyete uğurladık. Geride öğrencilerini, dostlarını, cami cemaatini, yarenlerini ve ona hep destek olmuş ailesini bırakarak; soğuk kış günlerinin üşüten yalnızlıklarını yüklenip, yüreklere hüznü ve ayrılığı beleyerek baki âleme göç etti…
“Bir İnsan Biriktirdim” adlı eseri için, “Bir İnsan Biriktirdim adlı çalışma bir hatırattır. Çocukluğumdan bugüne kadar yaşadığım beni ben yapan olaylar bütünüdür.”diye bahseder mezkûr kitabın önsözünde. Yazar, kitap da doğunun çaresiz insanının serencamını her satırda anılar yumağı halinde; ama bir roman tadında okuyucuyla samimi bir dille paylaşıyor. Kalabalık Urfalı bir Kürt ailesinin, samimi, afacan bir o kadar da muhalefet ruhuyla kendi olarak kalabilme mücadelesi veren yazarın, naif ve hüzünlü hikâyesini okuyoruz.
Baki âleme göçmeden yakın bir zamanda yayınlanan kitabı, oldukça ses getirmiştir. Bu yankıları gören yazara, kitaba olan ilgi adeta bir şifa gibi gelmiş ve sesine ses olduğu toprağının insanlarıyla aynı dili konuştuğunu, aynı acıları ve sevinçleri doyasıya yaşadığını eminim daha iyi anlamıştır. Yazar çocukluğunu, ilk gençliğini, okul yıllarını, kayıplarını, ilk aşkını samimi ve derin bir dille okuyucuyla paylaşıyor. Adeta anıların şahitliğinde, bir zaman tünelinden geçerek, son yıllarda ülkemizde cereyan eden ve Müslüman muhayyilelere tesir eden akım ve düşünce hareketlerinin hikâyesini yazarın yaşam duraklarında görmekteyiz…
“Ayakları yere basmayan, fevriliğin hâkim olduğu bir süreçti bu süreç; 80 kuşağının zihni refleksleri bu ortamda inşa oldu. Kendi göbek bağımızı kendimiz kesmek istiyor, alabildiğine kitabi ve yapay bir dil kullanıyorduk.” derken adeta kendisiyle ve kuşağıyla, yaşadıklarıyla bir yüzleşmeye ve muhasebeye soyunur. Hocalık yaptığı köyleri, yine samimi köy insanlarının ümmi inanışlarını anlatır. Babasının, “Hiçbir şey olamasan bari imam ol!” diyerek imam hatip okuluna yazdırdığının nice seneler sonrası; “Okuyan, düşünen, sorgulayan ve samimiyeti en büyük sermayesi olan bir imamdım işte.” diyerek kendisini tanımlayacaktır. “ İnanmış âşıklar psikolojisi” olarak tanımladığı eşiyle tanışma halini, büyük bir yüreklilikle paylaşırken ki cesareti, “Biz hasbiydik, radikaldik, hesap-kitabımız yoktu.” derken ki samimiyetiyle, duygularını alabildiğine coşkun yaşayan yürekli bir insanla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz.